8 Haziran 2015 Pazartesi

          DADA
          1. Dünya Savaşı yıllarında başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa bir protesto olmuştur. Mantıksızlık ve var olan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir.
Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy Hennings'in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih'te Hugo Ball'in açtığı kafe'de toplandı ve bildirilerini de burada açıkladılar.
           Dada isminin nereden geliği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızca'da oyuncak tahta anlamına gelen ''Dada'' bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır. Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanamayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaş'ının ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini vurguluyorlardı. Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe (sürrealizm) yöneldi.                                                                   Dada'nın hemen hemen herşeyi hiçe sayması ve inkar etmesi, yeni ve güçlü iletişim yöntemleri yaratmış; bunlar şiirde yeni biçimlerin kullanılması, görsel iletişimde ise kolaj ve fotomontaj gibi teknikler olmuştur. Bu tekniklerde, resimli dergilerden, eski mektuplardan, basın ilanı ve etiketlerden kesilen fotoğraflar yeni bir düzenlemeyle yapıştırılmış ve birbiriyle ilgisi olmayan bu resim ve işaret parçalarından, yeni anlamlar yaratan bağlantıların kurulduğu, genellikle kışkırtıcı nitelikte düzenlemeler oluşturulmuştur.
Alaycı ve aşağılayıcı tavrıyla toplumsal değerleri derinden sarsan Dadaizm, 1912-1922 yılları arasında resim, edebiyat, tiyatro ve müziği içine alan sanat dallarına olduğu kadar grafik tasarımın da görsel diline devrimci nitelikler getirmiştir.
        Akımın Başlıca Özellikleri
        • Akla ve alışılmışa karşı bir ayaklanmaydı. 
        • Kaza ve rastlantıya dayalı teknikler Gerçeküstücüler ve Soyut Dışavurumcular tarafından kullanıldı.   
        • Sanatçının zihinsel etkinliği yaratılan nesneden önemliydi. (Duchamp)
        • Dönemin geçerli estetik değerlerini yıkmaya giriştiler. 
        • Berlin’de siyasal bir nitelik kazandı.
       LES FAUVES

20.yy’ın başlarında Henri Matisse tarafından Fransa'da geliştirilen bir sanat akımıdır. Ancak ömrü kısa olmuştur. 1900'lerde başlamış, 1910 yılına kadar sürmüştür. Matisse, Derain ve Vlaminck'in Paris'te açtıkları 'Sonbahar Sergi'sinde ilk kez duyulmuştur. 1905 yılında gerçekleşen bu sergi modern resme birçok katkıda bulunmuştur. Sergiye gelenler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir anlatımla karşılaşmışlardır. Tuval üzerine sürülmüş doğrudan renkler, bozuk perspektif gelenleri şaşırtmıştır.
Sergide bulunan eleştirmen Louis Vauxcelles bu gruba Le Fauves (vahşi hayvanlar olarak hitap etmiştir.
 
Fovizm'de görsellik ön plandadır. En önemli özelliği, tüpten çıkmış gibi çiğ ve bağıran renklerin doğrudan kullanımıdır. Fovist resim; yüceltilmiş duyguların ve renklerin eğlenceli ve fantastik dünyasını oluşturan bu ‘vahşilik’ en çok güçlü renklerde, dinamik fırça vuruşlarında ve yapıtların derin dışavurumcu niteliklerinde yansır. Resim sade ve temiz boyanmalıdır. Derinlik, ışık, gölge ve belirli kenar çizgileri bırakılmıştır. Fovizmde hafiflik ve sevinç gözlenir. Akımın sanatçıları boyaları tuvale ,tüpten doğrudan sıkarak resim yapmışlardır. 
 
Fovistlerin ele aldıkları konular; cansız doğa ve manzara gibi alışılagelen türlerin dışına çıkmaz. Fovların getirdikleri yenilik sanata renkli bir çeşni katmaktan öteye gitmez. Kullandıkları renkler , çılgınca bir iç güdünün , coşkunun ifadesi olarak yorumlanıyordu . Vlamick ‘bir çılgınlık içindeyim, yeni bir dünya yaratmak istiyordum.’ diyor, ‘Gözlerimin dünyasını, sadece kendim için bir dünya… Tonları abartıyor, algılanabilecek her duyguyu bir renk cümbüşüne dönüştürüyordum. Kendimi delicesine aşık, dizginlenemeyen bir vahşi gibi duyuyordum. Bana resim yaptıran içgüdümdür'  
Vincent van Gogh ve Paul Cezanne'dan, Seurat'ın Puantilizm'inden etkilenmişlerdir. Noktalarla boyama stili, yerini; düz motifler halinde özgürce uygulanan, çarpıcı saf renklere, geniş kesik fırça darbelerine bırakmış olsa da renk uyumu merkezli bir akım olmuştur.Derain'in "Renk için Renk" ideali böylece somutlaşmış, artık bir nesne kendi parlaklığını yaratabilirdi. Akımda ilham kaynağı olan önemli unsurlardan biri, Güney Fransa'daki Collioure 
şehridir.Mimarlık öğrencilerinden oluşan bir grup, Die Brücke (Köprü) olarak bilinen ve esin kaynağı olarak Fovlarla aynı örneklere (Van Gogh, Gaugin ve Seurat) bakan bir sanatçı çevresi oluşturdular. 
        DIE BRUCKE ( Köprü )

      Almanya'da kurulan ve Erich Heckel , Karl Schmidt-Rottluff,Ernst Ludwig Kirchner,Fritz 
Breyl dörtlüsünden oluşan grup 20. yüzyılın ilk manifestolu Dışavurumcu akımı olan Die Brücke 'yi kurmuştur. Grubun adı Nietzshe'nin "Hedef değil, köprü olmak gerek. " sözünden  hareketen konulmuştur ve bir anlamda eski sanat ise yeni sanat arasında köprü olmak çabasındadır.

      
        Die Brücke dönemlerinin resim sanatını altüst etmek istiyordu.Bunun için de "Bütün devrim ve kaynaşma etkenleri"ni (Schmidt Rottluf ) cezbetmeyi ve kendilerini yaratıcılığa zorlayan içgüdüyü doğrudan ve otantik olarak aniden canlandıran " (Kirchner) herkesi bir araya getirmeyi amaçlıyorlardı. "Dışarının izlenimi yerine ,içerinin dışavurumu"na yönelmişlerdir.Ayrıca dönemin önde gelen düşünürlerden Nietzche, " Yaratıcı olmak isteyen, önce her şeyi yıkmakla işe başlamalı,eski değerleri yerle bir etmelidir." gibi  düşünceleriyle , özellikle Alman Dışavurumcuları üzerinde yoğun bir etki bırakmıştır.
        

         Die Brücke (Köprü) ressam topluluğu sık sık atölyede toplanırken,hatta yaşarken çevreden, günlük yaşamdan ya da doğadan seçtiği konuları içsel durumlarla resmetmiş ve sanatçıların iç dünyasında birikenlerin " dışavurumunu " resme yansıtmıştır. Sanatçıların "kendine özgü" yaklaşımlarına rağmen "biçim bozmacı" bir tavır taşımaları; rengin özellikle simgesel ,duygusal ve dekoratif etkilerinden yararlanmaları; boyanın yoğun  dokusallığıyla rengi natüralist bağlamda özgürleştirmeleri; abartılı bir perspektif ve desen anlayışını  benimsemişlerdir. Sanat nesnesinin gerçekleştirilme sürecine ve dolayısıyla sanatçının ruh haline dikkat çeken bu özellikler, konudan önce ifadenin algılanmasına neden olur. Sanatçı ile izleyici arasında bir tür ruhsal etkileşimin doğması söz konusudur. Umutsuzluğun hakim olduğu , dramatik yoğunluğun hissedildiği,canlı ve karşıt renklerle izleyiciye hüznü ,kırgınlığı ve belki de kızgınlığı aktarır.

        "Dışavurumcu sanatçı, izlenimci sanatçının tersine, alışılmış gerçekliğin celladı olacak, insan psikolojisinin bağladığı kabuğu kıracak, kısıtlanmış enerjilerin kayıtsızca dışa vurulmasını sağlayacak peygamber vari bir hayalci olarak görüyordu kendini." 
               FUTURISM ( Gelecekçilik )

               20.yüzyılın başlarında İtalya'da ortaya çıkmış bir sanat akımıdır.Bu akımın öncüsü  İtalyan şair,roman- oyun yazarı ve yayın yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti'dir. Marinetti'nin 1909'da Paris'te " Le Figaro" gazetesinde yayımladığı " manifesto futurisita " fütürizmin bildirisidir. Bildiride, "Bizler müzeleri,kütüphaneleri yerle bir edip ahlakçılık bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız." ifadeleri yer almaktadır.
       
              Fütürizm, yaşamdaki sürekli değişimin sanata da yansıması gerektiğini vurgular. O yüzden geçmi­şi bütün sanat kuralları ve anlayışları bir yana bıra­kılmalıdır. Yaşamın sürekli değişimine, dinamizmine uygun yeni anlatım yolları ve biçimleri bulunmalıdır. Onlara göre, makine ve hız sanatın her alanına sokularak geleceğe yönelmelidir.
      
              İtalyan futuristler, bildirilerinde savaşın dünya sağlığı yönünden gerekliliğini,makineye karşı duydukları hayranlığı,hızın güzelliğini dile getirdi. Mussolini faşizminin peşine takılarak , kadın düşmanlığını yüceltmişler; müzelerin , kütüphanelerin yıkılmasını önermişlerdir. Neredeyse,insanlığın tüm kültür birikimine savaş açmışlardır. 
        
               Şiirde serbest nazımı savunmuşlar,ölçü,uyak,nazım biçimi ve geleneksel dilbilgisi kurallarını dışlamışlardır. Rus futuristleri bu düşüncelerin tersine, savaşa karşı olmuşlar, kadın-erkek eşitliğini savunmuşlardır.Makineleşmenin, sanayinin yanında yer almakla birlikte makineyi kullananın,üretici güçlerin toplumsal ve düşünsel olarak destekleyicileri olmuşlardır. Futurizmin Rus Edebiyatındaki Temsilcisi Vitaclimir Mayakovki'dir.  Türk Edebiyatında Nazım Hikmet futurizmden etkilenmiştir. Serbest şiiri benimsemesi , kimi şiirlerinde " makineleşme isteğini " dile getirmesi ve Resimli Ay adlı dergide "Putları Yıkıyoruz " adlı dizisinde geleneksel Türk şiiri ve bu şiirin ozanlarına tavır alması ,ondaki futurist etkileri açıklar.
            
            DER BLAUE REİTER (Mavi Süvari)

            Aralık 1911'de Münih'te Vassily Kandinsky ve Franz Marc öncülüğünde kurulan ve soyut sanatın gelişmesinde büyük rol oynayan gruptur.  Adını Kandinsky'nin bir yapıtından almıştır.Kandinsky ve Marc 1912'de, içinde plastik sanatlara ve müziğe yer verdikleri Der Blaue Reiter (Mavi Süvari) adında bir almanak yayınladılar ve iki sergi düzenlediler. Daha sonra  Gabrielle Münter, Alexej Jawlensky, Marianne Von Werefkin, Alfred Kubin, Paul Klee, Arnold Schönberg'in de katıldığı Mavi Süvari grubunun bildirgesi, dönemin entelektüel ortamında oldukça yankı uyandırdı.
         
             Sanatçılar yeni bir tinsel çağı haber verdiler. Bildirgede on dört ana makale vardı. Bu metinlerde Kandinsky ilk kez sanatçının doğayı kavraması ve saf estetik birliğe yönelmesindeki yegane aracı olarak gördüğü 'içsel gereklilik'ten bahsetti.  Der Blaue Reiter'in 1912'de Münchner Galerie Thannhäuser'da yaptıkları sergiden sonra kendilerini uluslararası duyurmayı başardılar. Bunun üzerine heinrich Campendonk, Robert Delauney ve Lionel  Feininger bu guruba katıldılar.
        
            Der Blaue Reiter sanatçıları, Die Brücke grubu gibi dışavurumculuğu 
benimsemekle birlikte, bu eğilimi lirik soyutlama doğrultusunda kullandılar, 
ayrıca yapıtlarında onlar kadar ortak bir üslupsal anlatım geliştirmediler. Gizemli duygulara biçim verme kaygısıyla sanatlarına yoğun bir tinsel içerik yüklemeyi amaçladılar. Birçoğu Jugendstil'den, kübizm ve gelecekçilik ile naif sanattan etkilendiler.1905'de kurulan Die Brücke (Köprü) adlı ressamlar birliği gibi, Mavi Süvari stili realizm, naturalizm ve izlenimciliğe karşıydı
         
        SECTION D'OR                                                                                   

                    Section d’Or ( Fransızca’da “Altın Oran”) Puteaux Group olarak da bilinir. Ressamlar ve eleştirmenlerden oluşan bir gruptur. Kübizmden türemiş olan Orphism ile ilişkilendirilmiştir. Orphizm, Kübizm'den doğan 20'nci yüzyıl sanat akımıdır. Koyu renkleri ve kontrastları kullanmayı sürdüren, fakat Kübizm'den daha yumuşak bir stildir. 
                 
                    1912’den 1914’e kadar faaliyet göstermişlerdir. 1912’de grup ilk sergilerini Paris’teki Galerie la Boétie’de açtı. Ayrıca Section d’Or adını taşıyan kısa ömürlü bir dergi de yayınladılar. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla grup aktivitelerine son Verdi. Grubun adı ressam Jacques Villon tarafından önerilmiştir. Villon’un matematiksel oranların etkisine karşı olan ilgisi bunda etkili olmuştur. Bu oranlardan birisi de Altın Orandır. Grubun adı Kübist artistlerin geometrik formlara duyduğu ilgiyi temsil eder. 
              
                     Ana üyeler Robert Delaunay, Marcel Duchamp, Raymond Duchamp-Villon, Albert Gleizes, Juan Gris, Roger de La Fresnaye, Fernand Léger, André Lhote, Louis Marcoussis, Jean Metzinger, Francis Picabia, ve André Dunoyer de Segonzac’tır.

                               
          SURREALISM (Gerçek Üstücülük )

          Gerçeküstücülük ya da sürrealizm, Avrupa'da 1. ve 2. dünya savaşları arasında gelişmiştir. Temelini, akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadaistlerin eserlerinden alır. 1924'te "Manifeste du
 surrealisme"i (Sürrealism Manifestesu) hazırlayan şair Andre Breton'a göre gerçeküstücülük,, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Gerçeküstücülük akımı, gerçek dışı anlamında değil aksine gerçeğin insandaki iz düşümü şeklinde bir yaklaşımdır.
       
           Breton’un yanı sıra Louis Aragon, Benjamen Peret, otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneyler yaptılar. Kendi söylemleriyle, "gerçeküstü dünyanın düşsel, cinsel, sapkın imgelerini geliştirmeye" başladılar.
          
           Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu.Sürrealistler, bilinçaltını bilinç üstüne çıkarmakla uğraşmış, rüya ve sayıklamalar gibi durumları zihnin dışına taşıyarak düşüncelerin gerçeküstücülüğünü araştırmışlar ve “Ruh akıldan üstündür” tezini savunmuşlardır.Birçok Sürrealist , insan düşüncelerinin derinliklerine inebilmek için hipnoz yöntemini fazlaca kullanmışlardır. Bilinç üstüne çıkan düşüncelerden elde ettikleri verileri, sanatlarında göstermişlerdir.Sürrealizm sanatlar, ister resim, ister yazı, isterse farklı başka bir anlatım biçiminde olsun estetik kaygı düşünülmeden beynin uç noktalarındaki düş ve düşüncelerin su yüzüne çıkarılmasıyla özdeşleşir. Sürrealist edebiyatçılar, dil ve üsluplarında anlaşılır olmayı ret etmiş ve standart yazı biçimi dışında yazmışlardır. Şiirler de bile düş ve gerçek, birbirine kaynaşarak üslupunu değiştirmiştir. Tüm Sürrealist sanatçılara göre gerçek, akıl ve iradenin dışında ve özellikle insanın izdüşümünde saklı idi. Boşlukta asılan ve eriyen eşyalar, gerçeği iterek oluşan yaratıklar, ellerin otokontrolsüz yaptığı şekiller ve yazılar, tüm bunlar gerçeküstücülüğün yansımasıydı. Bu yansıma, insanlarda iticilik ve irkilme duygularını kabartabilir.
         "Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşünceni gerçek işleyişini ortaya çıkarmak içim başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır".
Andre Breton